Soyulduk!

Lügatler “soyulmak” kelimesine şu mânâları verir: (1) Hırsızlık işine konu olmak, kendine âit şeyler çalınmak, sâhip olduğu şeyler elinden alınmak.

Abone Ol

(2) Üzerindeki kabuk, deri, zar vb. çıkarılmak. (3) Elbiseleri biri tarafından çıkarılmak…

Mübalâğa olmasın, belki yirmi seneden beri tv’de haberler dışında bir şey seyretmiyordum. Son 12-13 sene buna haberleri de dahil ettim. Dünyada ve memlekette olup bitenlerden habersiz olmamak için nisbeten daha tarafsız ve objektif saydığım -çok nadir- birkaç haber sitesinin başlıklarına arada bir şöyle bir bakmakla iktifa ederim. Bu kadarı bile bazen fazla olur, çünkü daha fazlasını kalbim de ruhum da taşıyamıyor.

Başlıktaki “soy(ul)ma” tabirini, çalma-çırpma, başkalarına ait olan hak veya mal-mülkün gayrimeşru yol ve vasıtalarla açıktan veya örtülü olarak (ç)alma şeklinde duyuyorduk. Soyma tabiri bir mânâsıyla da çalmadır. Bu soyma ya da soygun fiili, mânevi değerlerin büyük hasara uğradığı ve ahlâkın tefessüh ettiği günümüz toplum hayatına çeşitli yansımalarıyla sanayiden ticarete, siyasetten kamu idaresine, sıradan hırsızlık vakalarından yerel yönetimlere kadar, ne yazık ki, hemen her alanda ve her yerde mebzul miktarda duyuluyor, görülüyor ve şahit olunuyor. Şu sıralar bazı büyükşehir, il ve ilçe belediyelerinde yürütülen adli tâkibât, milletin alın teri ve emeğiyle elde edilen kamu imkân ve kaynaklarının usulsüz kullanımı ve/ya şahsî zimmete geçirme, yani “soyma” gerekçesiyle yapılmaktadır.

Yazımız, soruşturmalara konu olan soygunlarla ilgili değil, yukarıdaki tarifin 2. ve 3. mânâlarıyla ilgilidir. Evet, soyuluyoruz; toplumumuzun hâl-i hazırdaki durumu ve gidişatı hadis kaynaklarında ahir zaman alâmetleri arasında zikredilen ve ciddî bir ahlâkî zaafiyetinin neticesi olarak bugün çıplaklık halinde karşımızdadır ve bu iç acıtan vaziyet gün geçtikçe daha da vahim bir hal almaktadır. Bütün kontrol mekanizmaları boşa çıkmış, toplumsal sakındırma iş göremez hale gelmiş olan toplum hayatımızda “soyulma” neredeyse en küçükten en büyüğe kadar kadınıyla ve erkeğiyle teşhircilik raddesine gelmiştir.

HAYA’YA DAİR

İbnî Ömer’den rivayet edilen bir hadiste Resûlullah (sav), utangaç kardeşine bu huyunu terk etmesini söyleyen Medineli bir Müslümanın yanından geçerken ona: “Onu kendi haline bırak; zira hayâ imândandır.” buyurdular. (Buhârî, Îmân 16, Edeb 77. Bu hadis ayrıca Müslim, Tirmizî, Nesâî ve İbnî Mâce’de kayıtlıdır.) Ebu Mes’ud ve Bedri’nin Hazreti Peygamber’den rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulmuştur: Geçmiş peygamberlerin sözlerinden insanların en son kavradıkları söz şudur: “Hayâ etmedikten sonra istediğini yap.” (Buhârî, Enbiya: 54. Bu hadis ayrıca İbnî Mâce ve Ebu Dâvud’ta kayıtlıdır.)

Tenbihu’l-Gâfilin adlı eserde geçen, bazı alimlere göre zayıf, bazı âlimlere göre ise hadis olmadığı söylenen bir haberde, Hazreti Peygamberin, vefatına yakın günlerden birinde kendisini ziyarete gelen Cebrâil'e “Benden sonra bir daha yeryüzüne inecek misin?” diye sormuş, Cebrâil cevaben, “Evet on defa daha ineceğim ve her gelişimde bir şeyi kaldıracağım.” demiş. Bir çok rivayette, her biri kıyamet alâmeti olarak yeryüzünden kaldırılacağı bildirilen şeylerin dördüncüsünün “hayâ” olduğu ifade edilmiştir. Eğer bu haber hadis değilse bile ferasetli ve gaybâşinâ bir nazarın sâdık bir ihbarıdır. Çünkü tarihi yaşanmışlık bu haberi tasdik etmektedir. (Bu mevzu bir başka yazıda ayrıntılı olarak ele alınacaktır.)

Her sözü ve fiili vahyin bir dersi, şerhi ve izahı olan Peygamberimiz (asm) hayânın imândan olduğunu, hayâ edilmedikten sonra her istenilenin yapılabileceğini buyurmuşlar. Hazreti Peygamber başka bir hadiste ise işaret ve orta parmaklarını birleştirerek “hayâ ve imânın (da öylece) bir arada bulunduğunu” buyurmuştu. Bu Nebevî derslerden, hayâ ve imândan birinin olmadığı takdirde diğerinin zayıf, etkisiz veya yok hükmünde sayılacağının dersini almaktayız.

Gelelim bugüne: Vaktiyle bu sütunda yayınlanan "Eyvah Yine Yaz Geldi" ve "Her Yer Yanıyor" başlıklı yazılarımızda şu son senelerde fitne alevlerinin epeyce harlandığını, iffet ve hayâ duygusunun çok aşındırıldığını ve bu elim durumun bahar ve yaz aylarında bâriz hâle geldiğini dile getirmiş, özellikle genç neslin “hayâ” duygusundan mahrûm yetiştiğinden dem vurmuştuk. Yaz mevsiminin başlamasıyla genç kız ve kadınların açılıp saçıldıklarını, soyunup dökülmeyi teşvik edip özendiren moda akımlara kapılan evlâtlarımızın hayâ etmeden pervasızca bedenlerini âlenen teşhir ettiklerini; ince, kısa, şeffaf ve dar kıyafetlerle bedenlerinin bütün hatlarını, vücût kıvrımlarını ve neredeyse avret yerlerini belli eden kıyafetlerle gezip dolaştıklarını,

Üryanlık, yani çıplaklığın genç-yaşlı, kadın-erkek ayırt olmaksızın, evden işyerine, pazardan okullara kadar her yere yayıldığını, evli insanların halvet halinde hicap ettikleri fiillerin, henüz ergenlik çağlarını yaşayan 13-15 yaşlarındaki çocukluk-gençlik arası devredeki evlâtlarımızın utanıp çekinmeden, parkta, otobüste, yolda herkesin arasında yapacak kadar hayâ duygusunun erozyona uğradığını eyvahlarla ve eseflerle ifade etmeye çalışmıştık.

Bir yandan çeşitli medya vasıtalarının denetimsiz ve sınır tanımayan yıkıcı ve ahlâksız yayınlarıyla, diğer yandan artık çok çok tehlikeli bir hal alan, dipsiz girdaplarla ve tuzaklarla dolu, uçsuz ve bucaksız bir deniz gibi içine gireni cazibesine çekerek insanın iradesini işlevsiz hale getirip âdeta yutan sosyal medyalar ve sanal mecralarda her türlü iğrençliğin, edepsizliğin ve gayrimeşruluğun bombardımanına mârûz kalan her cins ve yaştan insanımız hiçbir hududu ve ahlâki kabulü olmayan, avuç içlerine kadar girmiş bu yayınlar etki alanın genişleterek ve etkinliğini artırarak devam ediyor. Bu kirli ve zehirli mecralardan zihinlere empoze edilen anlayış, sınırsız bir serbestiyetle kadınların ve kızların yarı çıplak, istedikleri gibi açık saçık giyinebilmeleri, istedikleri erkeklerle istedikleri zaman beraber olabilmeleri beyinlerine kazınıyor. Tam da aklı, şuuru ve iradesi olmayan hayvanlarda olduğu gibi.

Diğer yandan dünyalarında “hayâ”ya yer vermeden, giyim kuşamdan davranış biçimlerine kadar ölçü ve sınır tanımadan edep ve terbiyeden mahrûm yetişen, kendilerine sözün de tesir etmediği, laf dinlemeyen, nefis ve hevâlarına râm olmuş, iffet ve hayâ duygusu aşınmakta olan, bedenî haz ve cinsel tatmin dışında kaygı taşımayan, aklı ve kalbi yaralı ve mânen ölümcül hastalık halinde bulunan genç ve orta yaştaki nesil. Kızlı erkekli ortamlarda konuşulanların işitenlerin yüzlerini kızartacak sin-kâflı ve argo tabirler, belden aşağı mevzular ve ayakaltı sözler gayet rahat ve serbest bir şekilde dile gelebiliyor. Bu şartlarda kimse bir genç kıza bir laf bile söyleyemiyor. Hasbelkader biri çift söz edecek olursa “taciz var” diye bağırılırsa başına gelen kalmayacak!

Bugünkü endişe verici tablo maalesef budur ve gün geçtikçe daha da kötüye giden ve artık “imdat, yeter artık!” diyecek noktadayız. Bu sefil vaziyetle hayatın her alanında karşı karşıya bulunduğumuz tamiri çok zor ahlâki bir yozlaşma ve hatta toplumsal çürüme yaşanıyor. Şu unutulmamalı ki tarih boyunca toplumların inkiraza mâruz kalmalarının en önemli sebebi ahlâki yozlaşma, sefahat ve hayâsızlığın yaygınlaşmasıdır. Bu genç kuşaktan umulan ve beklenen, taşıdıkları ırz ve iffetlerini kirletmeden muhafaza etmeleri ve ileride kendilerinin bu millete nezih evlâtlar yetiştirmeleriydi. Maalesef şimdilik bu çok uzaklarda bir ümittir!

Peyâmi Safâ 1950’li yılların gençliği için şunları söylemişti: “Bugünün on dörtlük genç kızları neredeyse kırk yıllık dullara taş çıkartacak haldeler.” Merhum Peyami Safa bugünün genç kızlarını görseydi kimbilir neler derdi acaba?

KİMLER SOYUNUR(DU)?

İnsanların cariye ve/ya köle olarak alınıp satıldıkları dönemlerde esirler hür insanlardan ayrı giyinirdi. Kadın esir olarak alınıp satılan ve ev işi görüp çocuk doğuracak câriyelerin bedeni güzellikleri, işgücü sebebiyle de erkek kölelerin güçlü pazuları ve kuvvetli gövdelere sahip olduklarının görülmesi bakımından vücutları teşhir edilirdi. Tıpkı satılmak için bütün albenisiyle vitrine düzülen süslü eşyalar gibi.

Nitekim Ahzab suresi, 59. âyetin izâhında, câriyelerin başörtüsü takmaması gerektiği, bunun sebebi olarak hür kadınların şeref durumları daha yüksek olduğundan dolayı örtmek zorunda oldukları, diye açıklanmıştır. Soyunmak, hele hele bir İslâm beldesinde ve Müslüman ahali arasında kendi bedenini başka nazarlara arz etmek hür kadın ve erkeklerin, üstün ve mükerrem kılınmış, onurlu, şahsiyetli ve erdemli insanların tutumu ve tavrı değildir.

AİLE YILI

Kadının evinden dışarı çıkarılmasıyla cin şişeden çıkarıldı ve galiba kozasına tekrar girmek istemiyor. Halbuki “Hem Kur'ân, merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder -tâ hevesât-ı rezilenin ayağı altında, o şefkat madenleri zillet çekmesinler; âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler.” Bediüzzaman bu cümlenin haşiyesinde de şu izahatı yapar: “Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir.” (BSN, İman ve Küfür Muv./133)

Devletimizin bu sene ilân ettiği ve ehemmiyetine binaen on yıl boyunca sürdüreceği “aile yılı” kapsamındaki faaliyetler aileyi kurtarmayı, güçlendirmeyi ve aile kurmayı özendiriyor. O halde yukarıdaki çok mühim tesbitler mutlaka dikkate alınmalı ve izah edilen hususlara göre politikalar geliştirilmeli.

Bin seneden beri müslüman olan milletimizin inanç ve itikadında, örfünde ve âdetinde, bırakın bedenini veya örtülmesi gereken herhangi bir azasını, zülüf denilen saçının teli bile mahrem nazara görülünce uğruna can verilesi yâre sitemler edilmiştir. Bir Türkümüzde bir seven sevdiğine şöyle yakınmıştır: “Ey benim bahtı yârim, gönlümün tahtı yârim / Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?” Vaktiyle “yârinin gözüne bir başka gözün bakışının değmesini” haysiyetine yediremeyen gayyur ve izzetli bir tavırdan şimdi gövdesinin yarısı soyunuk, vücudunun kalan kısmını ince ve hafif kıyafetlerle örtmüş(!) belki kızı, belki yâri, belki bacısı veya başka yakınlık bağı olan bir hanımı çarşıda, pazarda, caddede, sokakta, parkta veya bahçede koluna takarak utanıp çekinmeden el ele ve kol kola gezecek hale gelmişiz! Allah korusun, daha başka yerlerdeki sefil halleri ne yazmaya ne de söylemeye de dilim varmıyor. Öyle anlaşılıyor ki bu millete şu haram olan murdar ve necis hayvanın etini ziyadesiyle yedirmişler!..

SOYULMUŞ SOĞANA DÖNDÜK

Evet, çok güçlü akımlar, çok etkili cereyanlar ve bunlarla gelen modalar nesillerimizin beynine hükmediyor, fikir ve anlayışlarını şekillendiriyor. Bu karşı konulması çok zor olan cereyanlar karşısında nesillerimizi koruyup savunamıyoruz. Çocuklarına söz dinletemeyen aileler yetersiz ve çaresiz, devletin hem içerde hem dışarda başında bin türlü sorun var, okullar eğitim veremiyor, sivil toplum örgütleri gamsız, gönüllü mânevi hizmetler yapan müesseseler çok dağınık haldeler, her yere ve her mecraya yetişemiyorlar. İşte bu şartlarda biz etki altına alındığımız kendi irademizle, özendirilerek kendi isteğimizle, kendi elimizle soyuluyoruz. Böylesi ve bu kadarı bugüne kadar hiç görülmemişti. Evet, soyulduk, şu sıralar tıpkı kabuğu soyulmuş soğan gibiyiz. Hani kabukları soyulunca hem etrafı kokutan, rahatsız eden, hem de çabucak bozulan üstsüz başsız soğan gibiyiz.

Demek ki insana her kötü ve çirkin işi yaptırabilecek olan “hayâ”dan, yani utanma duygusundan mahrûmiyettir. O duygu edebe hayat veriyor. Zaten hayâ, hayat ve ihyâ kelimeleri aynı kökten türemiştir. Hayâsızlık hayatın mânevi bünyeden çekilmesi veya hayat emârelerinin tükenişe geçmesidir. Bugün herkesin her yerde gördüğü ve kalb-i selimi olan her insanın içinin sızladığı şu vaziyet neyi kaybettiğimizi, henüz kaybetmeyenlerde ise hangi duygunun cidden ve âcilen tamir edilmesi gerektiğini açıkça gösteriyor.

Başörtüsü serbestisi için mi bunca sefahate, açık saçıklığa ve kepazeliğe, rıza gösterilip onca taviz verildi? Eğer sebep bu ise yazık çok çok yazık!!!

Devletimiz hiç de hayırlı olmayan bu gidişatı bir an önce durdurmalı. Öncelikle medya adam edilmeli; özel ve devlet tv ve radyoları ile internet üzerinden yayın yapan bütün yayın kuruluşları ile sanal medya mecra ve kanalları zarar vermeyecek bir hale getirilmeli. Ardından insanların bir arada yaşadığı yerleşim yerlerinde açık-saçık kıyafetlerle arz-ı endam etmenin ve teşhirciliğin önüne geçilmeli. Gerekirse yasak getirilmeli. Devlet, RTÜK’ten İletişim Başkanlığına, Milli Eğitimden Diyanete, bütün kurumlarıyla, gönüllü sivil toplum kuruluşları ve manevi hizmet yapmayı gaye edinmiş bütün cemaat ve hizmet grupları behemehal görev başına geçmeli; evvelemirde zarar veren unsurlar toplumun bünyesinden temizlenmeli, yaralar tedavi edilip sarılmalı, hasarlar onarılmalı. Milletimiz bir an evvel bu çürümüşlükten kurtarılmalı.

Kendimizi ve nesillerimizi hayâ ile yeniden canlandırıp ihyâ etmeden ve takva elbisesine bürünmeden mükerrem ve müşerref olamayız.

Kaynak: Soyulduk! - Mehmet Asıf IŞIK