Hicri bininci yılın müceddidi büyük ālim Ahmed Faruk-i Serhendi İmam Rabbānî (ra), yaşadığı Serhend şehrinde toplumu yeni bir usul ile irşād etmeye başlayınca kısa zamanda etrafında büyük kalabalıklar oluşur.

Söyleyip anlattıkları insanların kalplerine rahmet bulutlarından sağılan yağmurlar gibi âdeta kurumuş kalplere can gelir, duyguları yeşerir ve ruhları olgunlaşmaya başlar.

Hazrete teveccüh arttıkça sarayın müzevirleri devrin sultānına yaranma yarışına girerler. Abartılarak ve bire bin katılarak büyük İmām sık sık şikâyet edilip sultan evhamlandırılır. Hikâyesi pek uzun ve ibretlidir. Hülâsa, o kadar tezvirattan etkilenen sultan, İmam Rabbānî'yi el ve ayaklarından zincire vurulmuş vaziyette huzuruna getirtir.

Devrin sultanı, üzerinde korku ve telâşın eseri bulunmayan İmam Rabbāni’ye, küstah ve küçümser bir edāyla, "Seni ülkemin zindanlarından sağ girilip sağ çıkılmayan birine göndereceğim" diyerek tehdit eder. İster ki İmām pişmanlık izhar etsin, yalvarıp af dilesin, karşısında ezilip ufalansın.

Fakat sükûnet, emniyet ve tevekkül halindeki İmām Rabbāni Sultana "Evet, gönderebilirsin" der. “Anlamadın gāliba” diyerek tehditlerini tekrar ettikten sonra İmām Rabbānî, sultana şu ölümsüz ve ibretlerle dolu hārika cevabı verir: "Rabbim şimdiye kadar bana cemâliyle mukābele etmişti. Demek ki bundan sonra celâliyle terbiye edecek. Cenāb-ı Hakk’ın Celâliyle Cemālini bir görmeyen kul mudur?!"

***

Pek çoğumuz bugüne kadar yaşadığımız, -belki bir kısmımız- bazı olumsuzluklar yaşamış olmamıza rağmen Yüce Allah'ın sayısız, türlü türlü ihsān, ikrām ve nimetlerine nāil olmuşuz. Hayatımızda inişler çıkışlar, varlıklar darlıklar, yıkımlar kalkışlar, gel-gitler olmuş ve oluyorsa da genellikle sağlık ve āfiyet içindeyiz. Bütün bu güzel hallerimiz için lâyık olduğu hamd ve senā ile Rabbimize şükr ederiz. O (cc) Muhavvil’ul Ahvāl’dir; Her şeyi irade ve takdir ettiği gibi halden hāle çevirendir. Bazen öyle bazen başka türlü, her nasıl dilerse…

“O (cc) her an bir şān üzeredir (yaratma halindedir)” (Rahman/29). Kâinat ve içindekiler her an tahavvül, tebeddül, tağayyür ve tekemmül içindedir; Her varlık değişim, dönüşüm ve başkalaşım ile kemâle doğru sevk edilir. En küçükten en büyüğe, maddeden mānāya, cesetten ruha kadar, yaratılmış olan her şey bu kanuna tābidir. Cenāb-ı Allah, kâinatı her an çekip çevirdiği gibi küçük kâinat mesabesindeki insanı da halden hāle sokuyor, ādetā evirip çeviriyor.

Bazen Celâl ismi gizlenip Cemâl ismi azam mertebede tecelli eder, sevgi, şefkat ve merhametiyle güzel ve hoşa giden ne varsa verir ve gösterir mahlûkatına. İster ki hamd ve senālarla övülüp kendisine çokça şükredilsin.

Bazen Celâl ismi Cemâl ismini gölgeler. Celâl ismi kudret, heybet ve haşmetle işler; Alemler çalkalanır. Güneşten alevler saçılır, dağlar sarsılıp titretilir, denizler kabarıp dalgalanır, rüzgârlar ve fırtınalar kükrer. İzzet ve Azametin yegâne sahibi o vakitler ister ki, şuur sahipleri olan-biten hadiselerdeki yücelik ve büyüklüğün ihtişamını hayretlerle idrak edip kudretine boyun eğsin ve yine sadece kendisine sığınsın.

Kâinatın küçük misâli olan insan da, varlık āleminde açığa çıkarılmış bütün Cemâli ve Celâli esmānın tecellilerine mazhardır. Ömrümüz boyunca yaşadığımız, maruz kaldığımız, gördüğümüz ve şāhit olduğumuz halleri korkmadan, kaçmadan, sarsılmadan, tevekkül ile, kavi, hakiki ve güçlü bir imanla “Ana korkma! Cenāb-ı Allah Hakim’dir ve Rahim’dir” diyen büyük şahsiyetin takipçilerine yaraşır bir idrak, rıza ve teslimiyet hāli ile karşılamalıyız.

Her işte, olanda ve olacak hādiselerde, ceddim İbrahim Hakkı Hazretlerinin dillere destan olmuş meşhur Tefviznāme adlı şiirindeki, “Hak şerleri hayr eyler / Zan etme ki gayr eyler / Arif A’nı (O’nu) seyr eyler / Mevlâ, görelim neyler / Neylerse güzel eyler” dediği gibi, O’nun (cc) yapıp ettiklerinde hikmetini ve kudsi gāyelerini anlamak gayretiyle Allah’a tevekkül ederek onun irādesine teslim olmak kulluk edebinin zirvesi, en güzeli ve selâmetlisi olsa gerek.

Allāme Ahmed-i Fāruk İmam Rabbāni (ra)’nin şu mealdeki enfes beyānıyla, “cemâli ve celâli, yāni her iki hāli bir görmek” görebilmek kulu “kemâl mertebesi”ne çıkarabilir ancak.

Mādem her şey O’ndandır ve bütün oluşlar O’nun bin bir esmāsının cilveleridir; sebepsiz, gāyesiz ve hikmetsiz değil. “O halde her şey güzeldir. Güzel’den olan da, gelen de mutlaka güzeldir; başında değilse sonunda, ya da āhirete bakan yönleriyle güzeldir.” Belki bizim “sevdiğimiz bizim için şer olabilir” ya da “sevmediğimiz şey bizim için hayırlıdır.” Biz sınırlı ve kayıtlı nazarlarımızla hādisatın māhiyetini, hakikatini ve neticesini göremiyoruz, fakat eninde sonunda güzele dönecektir. Çünkü O abes iş yapmaz (Al-i İmran/191).

Yine İbrahim Hakkı’nın şu enfes mısralarına dönelim:

“Hakkın olıcak işler / Boştur gam u teşvişler (şaşkınlık ve telâşlar) / Ol (O) hikmetini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler. .... Deme şu, niçin şöyle / Yerincedir ol, öyle / Bak sonuna sabreyle / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.”

Mevlâ’nın edip eylediği şeylerde, bal arısının çiçeklerden öz topladığı gibi, “güzellikleri görene/görebilene, güzel görüp güzel düşünenlere, güzel bakışlarla güzellikleri devşirip hayatından lezzet alanlara” aşk olsun!..

Köre nedir, köre nedir / Görenedir, görenedir...

Yā Rabbi, elbette Cemālin de Celâlin de güzeldir; fakat güzel bakmayı, güzeli görmeyi bilenlere...

Kaynak: Celâl-Cemâl Dengesi: Kemâl (Veya İki Hāli de Bir Saymak) - Mehmet Asıf IŞIK