Sanal medyada gözüme ilişen ve tanımadığın biri, Amasya Belediye Başkanı Mehmet Sarı'nın, "Yabancı Tabelâya İzin Yok" başlığı altında, "Bu şehirde yabancı isim taşıyan iş yerlerine ruhsat verilmesini yasaklıyorum.

Bir işletme eğer Türkçe'den utanıyorsa Türk Milletinin parasını almaya da hakkı yoktur." diye bir açıklamasını afiş yaparak yayınlamıştı. Pek hoşuma giden bu açıklamaya ait afişin üzerine “Darısı tüm il ve ilçelerimize” başlığını koyarak ben de kendi sayfamda yayınlamıştım.

Afişi yayınlamaktaki gayem çarşı-pazardaki tabelâlarda yersiz ve gereksiz kullanımdan dolayı gülünç olmanın ötesinde yabancı kelime kullanma rağbeti/modası uğruna bazen zavallılık seviyesine düşülen acınası hale kendi hesabımda dikkat çekmekti. Anlatılan bu duruma bütün ülke halkı lüks mağaza ve galerilerden en mütevazi işyerlerine kadar herkes şahit olabilmektedir.

Yayınladığım bu temennîme katılanlar da itiraz edenler de oldu. İştirak edenlerden bazısı, ülkemizde bir kısmı sefa süren bir kısmı ise iltica etmiş çeşitli Arap ülke vatandaşları sebebiyle Arapça yazılı tabelâlardan rahatsızlığını belirtip yasaklamayı doğru bulduğunu ifade etmiş. Bir kısmı bu yasaklamanın özellikle doğu ve güneydoğu illerimiz halkının ana dili Kürtçe ve Arapça’ya ve hatta mukaddes kitabımız Kur’an’a yasak koymanın bir basamağı olacağı endişesinden bahsetmiş. Önemli bulduğum bir kısmı ise aralarında bazısı akademisyen, dilbilimci, eğitimci hatta Türkolog olan tanışıklığımız eskilere dayanan, sevip takdir ettiğim değerli dostlar ise dilin kültür ve felsefesine, hatta devletin dil politikalarına da temas edip dilin evrenselliğinden dem vurarak kişilerin iş-ticari-özel vs. hayatlarında hangi dili, nasıl ve ne şekilde kullanacaklarının sınırlanamayacağını dile getirdiler.

Her insanın her bir hakkı zerre miktarı bile zâyi ve istismar edilmeden sahibine teslim edilmelidir. Her meşru hak, sahibi için anasının südü gibi helâldir; kısıtlanmadan serbestçe kullanabilmelidir. Bu hakların en başında ise kişinin kendi ana dilini, mahalli dilini lehçesiyle öğrenmek ve kullanmak gelmektedir. Bu ana fikirden hareketle mevzuya devam edecek olursak, coğrafyamız farklı etnik aidiyetlere mensup topluluklardan bir araya gelmiştir. Bin seneden beri birlikte yaşayarak ortak değerler üretmiş ve bu değerleri kültürüne kararak bir medeniyet kuran büyük bir millet olmuşsa bunda ortak dil faktörü göz ardı edilemez. Bununla beraber etnik veya yerel farklılıklara saygı duyulmalıdır. Ülkemiz insanlarının konuştuğu Kürtçe’ye, Arapça’ya, Zazaca’ya, Kafkasların ve Balkanların bütün dillerine eyvallah. Fakat bir milletin birbirini anlaması, aynı his ve heyecanları duyması, aynı değerlerde buluşması için mutlaka ortak dile olan ihtiyacın izahı bile abestir. Birbirlerini anlamayan insanlar millet olamaz.

Gerçi şimdilerde okumayı pek sevmeyen perişan bir halimiz vardır. Bunun üstüne iletişim vasıtalarının hayatımızın her alanına hakim olmasıyla dilimizi yeni ve anlamsız tabirler istilâ etmeye başladı. Sanal medyanın yaygınlaşarak her kuşağın avuç içine girmesiyle bu mecralarda yayınlanan pespayelikler insanların hem aklını, ahlâkını ve rûhunu çürütmeyi, hem de milletin ortak dili olan Türkçenin gelişerek güzel, veciz ve yerinde kullanımı bir yana belki de tahrip olmasını netice vermektedir. Gençlerin ve orta yaş grubunun konuşmalarına kulak verildiğinde 200 – 250 kelime sayısına bile ulaşamayan, nezaketten mahrûm, zevksiz ve kaba bir dil kullandıkları görülecektir.

33 yılı aşan kamu görevim sırasında isteğini veya mağdûriyetini bir dilekçeye yazamayan insanlar gördüm. Bazı resmi kurum ve kuruluşların teknik veya idari konularda meramını muhatabına anlatamayan yazışmalarına rastladım. Açtığı davada neyi iddia edeceğini veya isteyeceğini ifade edemeyen avukatlar, bir dâvâda bilirkişilik yapan anlı şanlı üniversite mezunu teknik insanların dâvâ konusunu anlamakta zorlandıklarına ve yazdıkları raporlarda kaba ifade hataları yaptıklarını gördüm. Mahkemelerde bazı hakimlerin kurdukları hüküm cümlelerinin bazen anlamsızlığına, bazen de birden çok mânâya gelecek şekilde tashih ve tavzih edilmeye muhtaç oluşunu defalarca içim sızlayarak şahit oldum. Bir kısmına temas ettiğim bu acı(klı) durumlar, milletin ortak dili olan Türkçe’ye asgari seviyede bile vukûfiyet sahibi olmayışındandır. Kendi diline yaban kalınan ve alarm zilleri çalınma kertesine gelinmiş vahim halin bir merhale sonrası-Allah korusun- milletin konuşup anlaşamaz hale gelmesini netice verebilir. Bu tehlikeli vaziyetin bir an önce önüne geçilip gerekli tedbirler alınmazsa bir sonraki nesil ifade kabiliyetini yitirecek duruma düşecektir.

BİRAZ GERİLERE GİDELİM

Milli mücadelemiz Milletimizin itilâf güçlerinin istilâsından kurtulması için verilmişti. İstiklâlimiz için fedâ ettiğimiz canların ve döktüğümüz kanların hesabı da miktarı da yoktur. Ne için verilmişti o büyük mücadele, ne içindi onca cehd u gayret?! O mücadeleyi bugün içinde bulunduğumuz şartlarda yeniden ve tekrar düşünmemiz gerekiyor. Düşmanı yurdumuzdan kovarak öz vatanımızı düşmanın işgalinden kurtarmış ve istiklâlimizi kazanmıştık. Ya zihnî ve fikrî istiklâliyetimiz ne durumda? Yaşadığımız mübarek topraklara kirli postallarıyla basan murdar ayakların izlerini de silmiştik. Sanmıştık ki buraları yurt edindiğimizden itibaren beraber yaşadığımız halklarla yoğura yoğura üzerinde inşa ettiğimiz kültür ve medeniyetimizi göğsümüzü gererek özgürce yaşayacağız ve dünya durdukça da yaşatacağız. Öyle sanmıştık!..

Osmanlı Devletinin bakiyesi üzerinde kurulan ve Türkiye adını verdiğimiz yurdumuzun yönetici elitleri siyasi miras olarak hakimiyeti altına aldıkları devletin siyasi istikametini değiştirerek bu topraklarda Selçuklulardan beri milletin bin küsur yıllık kültür ve medeniyetine redd-i miras yaptılar. Yeni devletin kurucu iradesi, devletin bazı çok önemli kurumlarını köksüz veya zihniyeti ve kökü bu topraklara ait olmayan bir zümreye teslim etti. Meselâ, Lozan görüşmelerinde Hayin Naum gibi danışmanlar, Moiz Kohen gibi Türkçülük ideologları, Hagop Maratyan (Dilaçar) gibi dilbilimcileri ve bunlar gibi niceleri Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden getirilip devletin kritik müesseselerinden üniversitelere, her kademedeki mevkilere yerleştirildi. Bu zevatlarla bizzat veya bilvasıta “İnkilâplar” namıyla yapılan tahribatın en fazla zarar vereni ve en acısı harf/dil devrimi dedikleri Osmanlı Türkçesinin dil yıkımıdır.

Dönemin devlet destekli basın-yayın vasıtaları ile eğitim kurumları Milletin maddî ve mânevî değerlerini hor ve hakir görüp aşağılamaya ve unutturmaya çalışırken yönetici elitler kıble edindikleri Batı'yı sıradan âdetinden kıyafetine, kanunundan, kültür ve sanatına, müziğinden diline kadar her şeyiyle taklit etmeye başladı. Batı’ya ait ne varsa içimize zorla sokulmaya çalışıldı. Bu jakoben ve zorba zihniyet, gönül coğrafyamızdaki onlarca etnik unsuru “Millet” kavramıyla bir arada tutarak kardeşlik ve kader birliği ettiren mânevî harcı çözerek “Ulusçuluk” ideolojisiyle gevşetti. Türkçülük namıyla ırkçılık yapıldı. İslâm'ın son kalesi olan bu vatan ve mukaddesatı uğrunda can veren bazı taifeler etnik aidiyetleri ve dilleriyle red ve inkâr edildiler. Bazen horlandılar, bazen de yok sayıldılar. Bu bilgi tarihi yaşanmışlığın kısa bir özetidir ve bu kadarıyla yetinelim. Tafsilâtı merak edenleri arşivler dolusu belgelerle kütüphanelere havale ederiz.

Bazı dostların itirazlarına birkaç fasılda cevap verelim:

Kürtleri yıllarca yoran bu çok anlamsız Kürtçe yasağı yıllar yılı sürmüş ve 1991 senesinde kaldırıldı. 2004 yılında ise kamu ve özel radyo ve tv.lerden Kürtçe, Arapça ve sair etnik ve yerel dillerde yayın serbestisi geldi. Ardından 2014 yılında ise ana dilde eğitim hakkına ilâveten, özel dil eğitim kursları açılmasına imkân veren kanun çıkarıldı. Bugün ülkemiz demokratik haklar yönünden cumhuriyetin ilk yıllarındaki durumda değildir; pek çok alanda haklar tanındı. Başta Kürtçe ve diğer dillerde yayın yapan basın-yayın organları, eğitim veren okullar, özel kurslar mevcuttur ve halen faaldir. Buna rağmen eksiklikler varsa, barış içinde ve demokratik yollarla çözüme kavuşturulacak yollar ve kanallar açıktır. Kim hangi hakkı, neyi ve ne kadar istiyorsa istesin.

Arapça ve Kur’an eğitiminin zarar görebileceği endişesi taşıyanlar hiç merak etmesinler. Öğrencilerin dinî eğitimi bakımından bugün ülke tarihinde hiç olmadığı kadar orta ve lise düzeyinde imam-hatip okulu mevcuttur. Devlet okullarında ise seçmeli olarak din, ahlâk ve siyer dersleri de verilmektedir. Kur’an eğitimi için bütün camiler açıktır; Erkekler daha ziyade mesai vakitlerinden sonra akşam ile yatsı vakitlerinde, hanımefendiler ise 5-10 kişilik gruplar halinde müftülüklere müracaat ettiğinde, talepleri gündüz vakitleri bayan öğreticiler tahsis edilerek karşılanıyor. Arapça için muhafazakar yönetim altında bulunan pek çok belediye ücretsiz olarak dil eğitimi veriyor. Bunlara ilâve olarak bazı ilim ve irfan merkezleri ile gönüllü hizmet veren ilim ve kültür kuruluşları, çeşitli vakıf ve dernekler isteyenlere ücret karşılığı veya ücretsiz olarak Arapça dersleri vermektedir. Yeter ki halkımız ilme talip olsun. Öğrenmek isteyenin önünde fiili veya kanunî bir engel yoktur.

Şükürler olsun ki Milletimiz zorbalık dönemlerinden ve jakoben yönetimlerden kurtuldu. Tekraren ifade ederim ki, eksiklerine rağmen hak arama yolları açıldı, hakkını istemeyi, hakkını takip etmeyi ve hakkını hukukî yollarla almayı öğrendi. Herhangi bir hakkı kullanma hususunda eksiği olduğunu iddia eden varsa alıncaya kadar istesin, hakkıdır...

Şimdi başa dönecek olursak, ismini ve kim olduğunu daha önce hiç duymadığım, hangi siyasi kimliğe sahip olduğunu bilmediğim ve hiç de merak etmediğim Amasya Belediye Başkanının, şehirde yabancı isim taşıyan tabelâlı işyerlerine ruhsat vermeyi yasaklama hususundaki memnuniyetimin sebebine değinmek isterim. Görevim icabı pek çok defa gidip gezdiğim Amasya sade, sakin, orta büyüklükte, tarihi ve turistik güzel ve şirin bir şehridir. Bu şehirde uluslar arası ölçekte ithalat-ihracat yapan, çok uluslu şirketler yoktur ve şehre her gün otobüsler dolusu turist akını da olmuyor. Şehir halkının büyük kısmı Anadolu Türkmenidir. Doğu ve Güneydoğu illerimizdeki gibi çok sayıda ne Kürt var ne de Arap da yoktur. Burada kim nereye Kürtçe veya Arapça tabelâ asacak ve kime ne satacak? Başkanın tabelâ kararına karşı çıkan bazı arkadaşlar bu yasaklamayı kendi ana dillerine alınmış olmalılar. Bu tepkiye sebep, milletin derin hafızasındaki yasak yıllarını hatıra getirmiş olmalı. Ben de çocukluğu Arapça,Kürtçe ve Türkçe konuşulan bir çevrede geçmiş, Arap asıllı bir Siirtliyim.Halbuki meselenin ne Kürtçeyle, ne Arapçayla ne de Kur'an'la ilgisi yok.

Bir belediye başkanı yasama yetkisine sahip değildir ve kanun çıkaramaz. Kendi başkanlığına bağlı yerleşim yerindeki bazı işleri ve görevleri yapmakla yetkili ve yükümlüdür. İş yerlerine ruhsat vermek de bunlardan biridir. Başkanın bu kararı yanlış veya amacını aşıyor ise encümen itiraz eder, kaldırtır. Gayrı kanuni ise herhangi bir vatandaş bile dava edip mahkeme kararıyla uygulamayı iptal ettirebilir.

Ancak meseleyi Türkçemiz yönünden biraz tetkik edelim. Nurlu eserlerden müstefid saygıdeğer bir akademisyen yorumunda şunları yazmıştı: “Gerçekten de eğitimde, kültürde, sanatta ciddi bir gerileme var. Ancak çözümü yanlış yerde arıyorsunuz. Okullarında öğrencisine dilini öğretemeyen bir eğitim sistemi, tabelâdaki yabancı kelimeyi silerek kendini kurtaramaz. Dil “Cafe”yi “Kahvehane” yaparak korunmaz. Dil, güçlü bir eğitimle, sanatla, edebiyatla, düşünceyle yaşar. Yabancı kelimeleri yasaklamakla “dil bilinci” değil, “yasak korkusu” oluşur. Kaldı ki, bir milletin dili ancak o milletin düşünce üretimiyle, dünyaya kattığı fikir, sanat ve ilimle saygı görür.

“Siz eğer çocuklara düşünmeyi, yazmayı, üretmeyi öğretmezseniz; onlara kelimelerin ruhunu, kültürün manasını hissettirmezseniz, tabelayı Türkçeleştirseniz bile zihni yabancı kalır. Bugün biz “kitap okuma” alışkanlığını yitirmiş, “dil zevki”ni kaybetmiş bir toplum halindeysek, bunun sebebi “yabancı tabelâ” değil, “zayıf eğitim politikası”, “değersizleştirilen kültür” ve “sanata ilgisizliktir.” Kısacası, dili yasakla koruyamazsınız; ancak yaşatarak, sevdirerek, üreterek koruyabilirsiniz. Gerçek millî dil şuurlu bir kafada, düşünen bir gençte, iyi yazılmış bir kitapta yaşar - belediye zabıtasının tabelaya sürdüğü boyada değil.”

Hoca ziyadesiyle haklıdır; Başta da dile getirmiştik. “Üzerinden dozerler geçirilmiş, kendi millî şahsiyetinden bî-haber, tarih şuuru olmayan, kültür ve medeniyetine karşı yabancılaştırılmış ve büyük kısmı “mankurt” haline getirilmiş bir nesle kendi ana dili, kültürü ve sanatı öğretilmezse nasıl medeniyet üretebilir hale gelecek, nasıl ve hangi bilgi malzemesiyle tefekkür edecek ve düşündüklerini dile getirecek? Edebiyatı neredeyse tükenmiş, okullarında eğittiği öğrencilerine resmi dilini öğretemez hale gelmiş bir eğitim seviyesiyle mi olacak bunlar? Okur-yazarlık seviyemize, kültüre ve sanata ilgimize, on yıllardır dünya çapında bir şair, bir yazar, bir mütefekkir çıkaramayışımızı nazara alalım. Bunların hepsi medeniyetimizin mânâ, mefhum ve ıstılah (anlam, kavram ve terminoloji) kaynağı olan dilimize yabancılaşmamızın sonucudur. Mutlaka sahip çıkmalıyız.” cevabını verdim.

Akademik bir geçmişi de olan bir diğer edebiyatçı dostum ise “Dil-düşünce-insân ilişkisini anlamayan bir insanın/insanlığın algısı tabelâ çerçevesini aşamıyor ne yazık ki. Dilin kolektif ve cânlılık özelliği, hâkim kültürün varlığını dil üzerinde ne denli hissettirdiğini göstermektedir. O hâlde gözümüzü tabelalara değil, içinde yaşadığımız hayât anlayışımıza, gâyemize, değerlerlerimize çevirmemiz gerekiyor. … Buradaki yasaklama tavrı; dili güçlendirme, dile nefes aldırma değil, yalnızca egoyu tatmin eden, yersiz bir milliyetçi refleksten kaynaklanan ve millete hiçbir fayda sağlamayan sloganik, jakoben bir tavırdır. Bir dil; sanat, eğitim ve bilim dili, hasılı kültür dili olup işlendikçe kıymet kazanacaktır ve varlığını ikame edecektir. Günde iki satır matbû bir metni okumayan, model olup çocuğunu, eşini okumaya, hayatı anlamaya teşvik etmeyen, milleti millet yapan değerlerden uzak bir algı, tabelâlara yasak getirmekle dile katkı, düşünce ve duygu evrenimize bir fayda sağlamaz, sağlayamaz.” sözleriyle tabelâ yasağına karşı fikirlerini beyan etti.

Edebiyatçı dostum yazdığı bazı hususlarda yerden göğe kadar haklıdır. Fakat Milletimizin ortak malı olan dilimiz pek çok işyerinin camekânına veya mebzul miktardaki tabelâlara yabancı dilde yazılmış yazılarla mı geliştirilerek eğitim, bilim ve sanat dili haline gelecek? Ümit ederim bu tabelâ yasağı milliyetçi veya ırkçı bir tepkinin sonucu olmayıp mâkûl ve kabul edilebilir bir seviyede tutulsun.

Gönül bahçemizde yetişip olgunlaşarak yeşermiş, edebiyata meraklı, mahalli radyo ve tv.lerde şiir programları yapan, birkaç kitap da yazmış kalem ve kelâm erbabı, gül goncası edalı eğitimci bir kardeşim, çok saygılı bir ifadeyle “Kıymetli ağabeyim, sizin temenni ettiğiniz konudan ben ‘imtina’ ediyorum.” sözleriyle, temennîme gûyâ “iştirak” etmediğini ifade etmeye çalışmış. Elbette, herkesin bir fikri, bir kanaati vardır, başkasından farklı düşünebilir, saygı duyarız.

Tabelâlara niye taktığımı da birkaç örneğiyle şöyle izah edeyim: Yaşadığım yer İstanbul’un bitişiğindeki etrafıyla beraber yaklaşık bir buçuk milyon insanın, çok büyük kısmı Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden kitleler halinde göç etmiş bir sanayi şehridir. Şehir sakinlerinin dışında yakın zamanda Suriye’den ve Irak’tan gelen bir miktar mülteci de var. Şehrimize her gün Alman, İngiliz, Fransız, Rus veya başka ülkelerden turist kafileleri de gelmiyor. Şehir esnafı uluslararası ölçekte ticaret de yapmıyor. Buna rağmen şehir esnafının tabelâlarında yazılanlardan sanılır ki her bir işyeri çok uluslu dev bir dünya şirketinin Türkiye temsilcisi.

Bir berber tabelâsına “Hair Hospital”, evcil hayvanlara yem satan bir dükkân “Pet Shop”, araba kiralayan “Rent a Car”, ev mefruşatı satıcısı “… Home”, salon sporları yapılan yerin camekânında “Fit Line” diye başlayıp daha başka neler yazılı olduğunu ancak yeminli bir tercümanın anlayabileceği şeyler yazılmış. Hele daha ziyade gençlerin uğrak yeri olan, çay-kahve içtikleri pastanelerin bulunduğu türü bir mıntıka var ki o sokağa giren kendini ülke dışındaymış gibi zan eder. İstanbul’un kalbur üstü semtleri Kadıköy, Ortaköy, Levent, Bakırköy vs gibi bohem hayatın yaşandığı, Bodrum, Alanya, Kuşadası gibi yabancı turistlerin kaynadığı yerlerde olanları yazmaya hacet yok zaten. Oralar neredeyse Türkiye’den sayılmıyor. Yeryüzünde başka hangi ülkede insanlar işyerlerine istedikleri dilde tabelâ asma serbestisine sahiptir, merak ediyorum.

Hülâsa, şehrimizin öyle pek de işlek olmayan, mahalle aralarındaki bazı iş yerlerinden tabelâ ve camekân görüntülerini sunarak zihin ve ruh yabancılaşmasının gülünç mü, cehalet mi, hamakat mı, şuursuz bir özenti mi, Osmanlı’nın çöküş döneminin aşağılık duygusuna kapılmış Efrûz Bey tipi şahsiyetlerin ruh hali mi desem bilemiyorum, ancak sosyo-psikologların tanımlayacakları bu garip durumu ilgili ve yetkililerin de nazar-ı dikkatine, insafına ve sorumluluk duygusuna Bediüzzaman’ın şu izah ve ikazıyla arz ediyorum: Zaten zamanın sahibi, Türkçülüğün ideologlarından Ziya Gökalp’i kasd ederek “… menfi milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise millet birdir." (BSN, Mektûbat/26.Mektup/3.Mebhas) Millî birliği muhafaza için Milletin dilini korumak ve geliştirmek zarûridir.

Çok Önemli bir husus daha…

Bu kendi millî şahsiyetinden kopuk, kendi kültür ve medeniyetine karşı yabancılaşmanın farklı ve sefil bir yansımasına bir başka alanda rastlıyoruz. Biz gençlerimize bir yabancı dili koca üniversitelerde orta seviyede bile öğretemiyoruz.

Dil Yaremize Dair Bir Kac Kelam Turkcemiz Acep Ne Alemde

Buna rağmen çarşıda, pazarda, giyim-kuşam satılan neredeyse her yerde, her yaştan insanımızın üzeri çeşitli şekillerle ve ilgi çekici tarzda baskılı, pek çoğu da tişört olan bu kıyafetler piyasaya çıkarılıyor. Kızlı, erkekli genç neslin tercih ettikleri fakat çoğunlukla anlamı bilinmeyen bu yazılar aslında küfür, hakaret ve müstehcenlik içeriyor. İşte bazı tişört ve kıyafetlerde basılmış olan en yaygın yazı ve işaretlerin Türkçe anlamları. Eğer mideniz, aklınız, kalbiniz ve ruhunuz kaldırabiliyorsa…

Dil Yaremize Dair Bir Kac Kelam Turkcemiz Acep Ne Alemde 4

Nude : Çıplak - Çıplaklık

Vixen : Ahlâksız Kadın

Whore : Hayat Kadını (Fahişe)

Hussy : Edepsiz Kız (Aşufte)

Chorus Girl : Oryantal Dansçı Kız (Rakkase)

Dil Yaremize Dair Bir Kac Kelam Turkcemiz Acep Ne Alemde 1

Lusts : Şehvetler - Tutkular

Adulterer : Zinakâr - Aldatan Erkek

Adultery : Zina (Eş Aldatma)

Baseborn : Zina Çocuğu

Sister For Sale : Satılık Kızkardeş

Gay and Pround (Gap) : Eşcinsel ve Onurlu

Bawdy : Müstehcen (Açık Saçık)

Vice : Ahlâksızlık (Rezalet - Rezil - Kötülük)

Pig : Domuz

Sow : Dişi Domuz

Dram : İçki Bardağı (Bir Yudumluk İçki)

Tippler : İçkici

Eccentricity : Tuhaflık - Gariplik

Charm : Sihirbazların Kullandıkları Bir Terim

Mason : Masonluk

Atheist : Ateist - Dinsiz

Theocracy : Allah’a Şirk Koşmak

Dil Yaremize Dair Bir Kac Kelam Turkcemiz Acep Ne Alemde 3

Tercüme edilen kelimelerden bazıları her ne kadar birden fazla anlam taşıyor ise de en hafifi bile bir insan şeref ve haysiyetine kara bir leke gibi gölge düşürür. Bu tabirleri kim kabul eder veya kendisine yakıştırır?!

Dil Yaremize Dair Bir Kac Kelam Turkcemiz Acep Ne Alemde 2

İtirazımız -haşa- Kur’an dili Arapça’ya, Kürtçe’ye, Zazaca’ya, Boşnak, Çerkez, Pomak veya Milletimizi oluşturan toplulukların dillerinin konuşulmasına, yazılıp çizilmesine değil. Çarşıda, pazarda, uluorta yerlerdeki tabelâlardan üzerinde çeşitli yazı ve semboller basılmış kıyafetlere kadar bilinçsiz olarak kullanılan, gerekli-gereksiz her yerde, gözümüz önündeki bu yabancı kelime kullanma özentisine ve düşkünlüğüne itiraz ediyoruz.

Kaynak: (Dil Yâremize Dair Bir Kaç Kelâm - Mehmet Asıf IŞIK) - https://www.risalehaber.com/mehmet-asif-isik-dil-yaremize-dair-bir-kac-kelam-28156yy.htm