"Hevasını (arzularını) kendine ilah edinen kimseyi gördün mü?" (Furkan Suresi, 43)
Bu ayet, insanoğlunun en eski zaafına işaret eder: arzularına köle olmak. Tarih boyunca insanlar, heveslerinin peşinden gitmiş; kimi zaman makam, kimi zaman servet, kimi zaman da süslü eşyalar uğruna kendi iç dünyalarını, değerlerini ve özgürlüklerini terk etmiştir.
Modern çağda ise bu zaaf, tüketim kültürünün ve kapitalist düzenin elinde çok daha tehlikeli bir silaha dönüşmüştür. Dışarıdan bakıldığında özgürmüş gibi görünen insan, aslında sahip olma arzusunun, markaların, reklamların ve vitrinlerin kölesi hâline gelmiştir. Bugün bizlere dayatılan “daha fazla, daha yeni, daha gösterişli” hayatlar, ruhlarımızın gerçek ihtiyaçlarını unutturarak bizi görünmez zincirlerle bağlamaktadır.
Bu zaafı en çarpıcı biçimde 18. yüzyılda filozof Denis Diderot yaşamış ve kaleme aldığı bir metinle tarihe not düşmüştür. İşte onun kırmızı sabahlık hikâyesi ve günümüze bıraktığı ibretlik ders…
Denis Diderot, zor geçinen bir filozoftu. Bir gün eline beklenmedik bir para geçtiğinde, kendini ödüllendirmek istedi ve kırmızı bir sabahlık aldı. Ancak bu sabahlık, onun evindeki diğer eşyalarla uyumsuzdu. Sabahlığın yanındaki halı soluk, sandalye eski, masa yetersiz görünmeye başladı. Diderot, yeni bir halı aldı. Ardından sandalye, masa, saat derken odasının tüm eşyalarını değiştirdi. Ne var ki bu değişim onu eskisinden daha mutlu kılmadı. Üstelik parası tükenmişti. Ve sonunda şöyle yazdı: “Ben, eski sabahlığımın sahibiydim ama yeni sabahlığımın kölesi oldum.”
Bu sıradan ama derin anlamlı olay, 1988’de antropolog Grant McCracken tarafından Diderot Etkisi olarak adlandırıldı. İnsanlar, yeni bir eşya edindiklerinde, onun yaşam tarzları ve diğer eşyalarıyla uyumlu olması için gereksiz alışverişler yapma eğilimindeydiler. Daha ucuz ve işlevsel bir araba varken, insanlar daha pahalı ve gösterişli olanı tercih ediyor; çünkü yeni araç, eski dünyalarına uymuyordu. Üstelik aradaki fiyat farkı çoğu zaman kaliteye değil, reklama ve markaya ödenen bedeldi.
Kapitalist sistem, insanın bu zaafını fark edip sonuna kadar kullandı. Mobilya mağazalarında birbirine uyumlu ürünleri yan yana koydu. Online alışveriş sitelerinde “Bunu alanlar bunu da aldı” önerileri sundu. Kargo ücretlerini bedava göstermek için belli bir tutara ulaşma tuzakları kurdu. Sonuçta hepimiz, elimizdeki parayı fazlasıyla geri verir olduk. Üstelik bu tüketim bizi mutlu etmedi. Daha fazla çalıştık, daha çok borçlandık, daha çok stres yaşadık. Buna rağmen sesimizi çıkarmadık. Çünkü bu düzenin ‘dünyanın düzeni’ olduğuna inandırıldık.
Oysa bu düzen, insanı sömürenlerin kurduğu bir düzendi.
Bu yapay ve yıpratıcı düzenin çarpıklığını, Türkiye'nin en zengin iş kadınlarından biri olan Leyla Alaton da şöyle dile getiriyor: "Çok pahalı bir çanta ile gezmek utanç verici bir şey." Bu söz, sahip olma hırsının nerede durması gerektiğini ve insanın kendi değerini eşyayla değil, kişiliğiyle göstermesi gerektiğini hatırlatan çarpıcı bir uyarı.
Benzer bir gözlemi de Saadettin Ökten aktarır. Doçentlik çalışması için bir yıl kaldığı Belçika’da Avrupalı entelektüellerle yaptığı sohbetleri şöyle anlatır: "Maddi gelirleri iyi olmasına rağmen fevkalade mütevazı yaşıyorlardı. Ben biraz merak ederim, konuşurum, sorarım. Direkt sordum: 'Niçin almıyorsunuz, giymiyorsunuz, kullanmıyorsunuz?' Cevap: 'Niye alayım ki, ihtiyacım yok.' Mesela adam mekanikçi, kendi evini kendi yapıyor, sobasını kendi yakıyor, odunları kendi yetiştiriyor. 'Tabiata, kutsal bir enerjiye inanıyorum,' diyor adam."
Bu farkın kültürel kökenine ise Yahya Kemal, 1927’de kaleme aldığı Kör Kazma yazısında dikkat çekici bir tespitle işaret eder: "Çirkin de olsa yeni, bizim için daha muteber. Eskiyi, güzel de olsa yıkmak isteriz. O kör kazmaya duyduğumuz aşk bambaşkadır biz Türklerin."
Oysa unuttuğumuz şey şudur: "Yeter!" diyebilmek en büyük zenginlik. "Kâfi!" diyemediğimiz için içimizdeki boşluğu daha fazla şeyle doldurabileceğimizi zannediyoruz. Susuzluğu deniz suyuyla gidermek gibi… Artık her şey kolay ve hızlı tüketiliyor ama o zamanda her şey saman tadında oluyor. Tüketimcilik, gönül tokluğunu ikame etmeye çalışıyor.
Modern Tüketimin Zincirleri
Eskiden kölelik zincirleri bilekteydi. Sanayi Devrimi’nde çocuk işçiler makinelerden kaçmasın diye demirlere bağlanırdı. Bugün ise zincirler görünmüyor. Artık zincirler beynimizde…
Sistem, bizi daha çok çalışmaya, daha fazla borçlanmaya, strese karşı daha çok antidepresan kullanmaya yönlendiriyor.
Bu düzene başkaldıranlardan biri olan Tembellik Hakkı kitabının yazarı Paul Lafargue, çalışmaya tapınan modern insanı şöyle eleştirir: "Çalışın, çalışın işçiler! Toplumsal serveti büyütmek ve bireysel sefaletinizi artırmak için çalışın. Çalışın ki daha da yoksullaşarak, çalışmak ve sefil düşmek için daha fazla gerekçeniz olsun."
Bu meseleye derin bir felsefi boyut ekleyen Eric Fromm ise Sahip Olmak mı, Olmak mı? adlı eserinde şunları söyler: "Eğer insan yalnızca sahip olduğu şeylerden ibaretse, onları yitirdiğinde kim olduğunu da yitirir. Böylece yaşamı yanlış kurmanın sonucunda, moralsiz, yıkık ve acınacak bir insan tipi ortaya çıkar. Oysa ‘olmak’ kavramında, sahip olunan şeylerin kaybedilmesi korkusu yoktur. Olduğum gibiysem, kimse bunu benden alamaz."
Gerçek özgürlük; heva ve hırsların değil, aklın, iradenin ve değerlerin peşinden gitmektir.
Peki, Biz Gerçekten Neye Sahip Olduğumuzu ve Neyi Yitirdiğimizi Fark Ediyor muyuz?
Bu görünmez zincirleri kırmak kolay değil. Fakat mümkün. İşte birkaç adım:
-
İhtiyaç ve Arzu Ayrımını Yapmak: Her alışveriş öncesi kendimize şu soruyu sormalıyız: “Bu gerçekten ihtiyacım mı, yoksa bana dayatılan bir arzu mu?”
-
Sadeleşme Hareketi: Evde, gardıropta, alışkanlıklarda sadeleşmek… Fazla eşya, fazla borç ve fazla stres demektir.
-
Zaman ve Enerjiyi Deneyime Ayırmak: Sahip olmak için harcadığımız zamanı; dostlarla vakit geçirmek, kitap okumak, doğaya çıkmak, ruhu besleyen uğraşlarla değerlendirmek.
-
Reklam ve Sosyal Medya Tüketimini Azaltmak: Tüketim arzusu, sürekli maruz kalınan görsellerle beslenir. Zihni dinginleştirmek gerekir.
-
‘Olma’ Odaklı Yaşam Tarzı: Değerimizi eşyalardan değil; karakter, erdem ve anlamlı işlerden almak.
-
Sosyal Dayanışma ve Paylaşım Kültürünü Canlandırmak: Takas, paylaşım ve birlikte üretim, sahip olma takıntısını törpüler.
-
Manevi ve İçsel Dünyayı Güçlendirmek: Dua, tefekkür, sanat, edebiyat gibi ruhu besleyen alanlara yönelmek.
“Hevasını ilah edinen kişiyi gördün mü?” diyen ayet, aslında hepimize kendimize bakma çağrısıdır.
Ve unutmayalım; gerçek özgürlük, sahip olduklarımızla değil, vazgeçebildiklerimizle ölçülür.
Hoşça bakın muhterem zatınıza.